İzdüşümleri 1
Hüzünlü şeyler paylaşınca hüzünlü mü oluyoruz? Mutlu resimler yayınlayınca mutlu… Hiçbir
şey paylaşmıyorsak, hiçlik de miyiz? Her şeye bir anlam ya da anlamsızlık yüklemekle
meşgulken, gerçek hissiyatımızın değeri nereye gidiyor acaba? Paylaştıklarımız olmasını
istediklerimiz mi, olan mı yoksa? Ya hiç paylaşamayacaklarımız, onlar yoklar mı? Bir nokta ile
diğer nokta arasında kaç nokta daha var? görmediğimiz… Yazmaya çalıştıkça silikleşen
durumların eşindeyim…
Bugün biraz duygulardan konuşmak istedim. İlişkilerden, aşktan, sevme şeklimizden… Hani
herkesin yaza yaza bitiremediği, yaşaya yaşaya öğrenemediği tanımlamadan.
Şüphesiz her insana, büyüdüğü sosyal ortama, öğretilere vs… göre değişiyor tanım. Bin
anlam yüklüyoruz da asıl anlamı bulamıyoruz çoğu kez. Büyüdükçe şekli değişiyor. Sürekli
değişen, başkalaşan bir ruh halinin tanımı olabilir mi? Tartışılır.
Şimdi otursanız, iki lafın belini kıralım deseniz… Herkes o büyük yalnızlığından, güzel
sevmelerinden, haksızlığa uğramalarından ve aradıklarının aslında basit lakin özel bir şey
olmasından bahseder.
Ancak böyle biri çıkınca görmeyişinden ya da daha fazlasını istemelerinden, o en sade haliyle
olması gereken duyguların önüne statü, para, gösteriş, ego getirmelerinden bahsetmez.
Çünkü hiç kimse duyguyu düşünceyle tamamlamaz. Daha somut şeylere ihtiyaç duymak gibi
bir yanılgıya düşer. Bu nedenledir ki çoğu kişi, hiçbir mücadele vermediği o büyük hissiyatın
içeriğine razı olmadan sahip olmak ister. Sonuç, kocaman bir hiçlik.
Kimse kendine yakın durmaz çünkü. Yanlış seçim yapmış olma ihtimali yoktur. Herkes
karşısındakini okumakta o kadar başarılıdır ki, bir şey yürümüyorsa sorumluluk almak yerine,
kendine özeleştiride bulunmak yerine suçlama, nefret, hayata isyan, kendini aşırı yüceltme
ya da yerme o kadar yer kaplar ki yaşamlarda ilişkiden daha uzun süren saldırı ve savaş
evresinin oluşu beni hep şaşırtmıştır. Nasıl olmaz? Nasıl bırakır? O denli gurur meselesi
olacak bir şey midir ki tekrar normale dönüp ilerlemek?… Çoğu kez ciddi bir zaman kaybına
sebebiyet vermekten? İlginçtir, bütün bunlara maruz kalmak, yaşamı olduğu gibi kabul
etmekten daha kolay mı gelir?
İtiraf etmeliyim ki hakiki bir yüzleşme, insanın kendisiyle oldukça ağır oluyor. Ancak bunu
başarabildiğiniz noktada dünyayı anlama ve yorumlama yetiniz başka bir hal alıyor.
Bir arkadaşım romantik komedi filmlerinin komik, heyecanlı, şaşkın, ana karakterlerine
benzetirdi beni. Benim hissettiğimse çok başka bir şeydi. “Bazıları yaşar, bazıları yazar.”
Böyle söylemişti çok sevdiğim bir hocam. Sanırım ben yazanlardanım��
Temeldeki sorun sevme şeklimizden geliyor diye düşünüyorum. Sorsak hepimiz harika
seviyoruz ve kimse bizim gibi sevemiyor. Oysaki düşünce ve davranışlar örtüşmediğinde
yolculuk tersine gidiyor. Sevgiyi gösterme biçimimiz, sevgiye olan açlığımızla çarpışınca
olağanın dışında uç durumlar çıkabiliyor. Şöyle ki aşırı bağlanma, kaybetme korkusu, narsist
bir tutum, şüphecilik, güven problemi vs… Sevgiyi karşımızdaki nasıl ve ne şiddette
hissediyor? Neden seviyoruz? Sevgi bir ihtiyaç mı? Sevdiğimiz her kişi bize aynı hisleri
beslemek zorunda mı? Bir insanla yolculuk yapmak ne demek? Başka bir insanı anlayacak
enerjimiz var mı? Neden beraber oluyoruz? Sadece sevildiğimiz için, sevme şeklini sevdiğimiz
için, sunduğu olanaklar için bir arada olmak kime haksızlık?
Elbette ki bazı soruları sorabilmek, doğru yanıtları alabilmek de bir tecrübe ve düşünce işi.
Öncelikle sevgi bir anlaşma değildir imzalanacak. Karşılıklı bir ihtiyaçtır, alınması gereken.
Derinliği olan bir duygudur. Sınırları olan sınırsız bir kavramdır. Tarifi yoktur. Hissedilen
durumun doğruluğu ya da yanlışlığı tartışılmaz. Ancak tutum ve davranışların doğruluğu ve
yanlışlığı üzerine istişare edilebilir.
Bir insan gibi evreleri vardır. Şekli değişir, içeriği değişir, tanımı değişir. 20 li yaşlarda sevgi
çok havada bir duygu iken, 30 lu yaşlarda daha yere yakın, 40 lı yaşlarda ayakları yere basan
bir yetişkindir. Her yaşta çeldirici olmasından kaynaklı çocuk ruhunu aslında hep korur.
İyileştiricidir. Tüketen, hırpalayan bir hâl alıyorsa bu artık hastalıklı bir ilişki biçimidir ve
kesilmesi gerekir.
Bütün bilim dallarının karmasıdır sevgi, itina edilmesi gereken. Samimiyet gerektirir. Bir
cüret etme işidir. Kendini unutmadan o olma halidir. Basittir. O kadar basittir ki görmezden
gelinmesi muhtemeldir. Çünkü insanlar abartmayı sever. Süslemekten, yarışmaktan o denli
haz duyarlar ki sevginin o saf halini alıp, onu bir şekle sokarlar. Bu da onu kendisi olmaktan
öteye atar, değişir sevgi. Koşullara bağlanır. –sa – se ler eklenir. Ünlemler, üç noktalar gelir.
Elle tutulur ancak gözle görülmez yeni bir giysidir. “Kral çıplak!”
Hayat ne kadar kararlı diye düşünüyorum bu noktada… İnsan anlamından uzaklaşıyor.
Sadece tüketiyor zamanı. Sorumluluklarını atacak biri olsun diye hayatlar kuruyor.
Halbuki omuz genişliğinde güvenilmiyor insanlara, biçimli eller, süslü laflar, manken
ölçülerinde yaşanmıyor hayatlar ve de duygular…
Güçlü yüreklerle seviliyor insanlar, gören gözler, duyan kulaklar, hisseden kalpler,
yorumlayan beyinler olmazsa anlamsız kalıyor bedenler…
Şimdiki zaman ise bazen bana çok uzak… Geçmiş zaman kipinden bir ek gibiyim. Yetişmek
mümkün olmuyor duygulara. Sindirmeden yenilen bir yemek gibi. 21.yy sevgileri başka bir
ülkede dil bilmemek gibi, çaresiz, yalnız… Kıymet verdiğim her şey somut bir karşılık buluyor.
Oysa gerçeklik soyutta sanırdım…
İnsanlar… birbirini yanıltarak ilerlemeyi zeka zanneden kayıp varlıklar… Kendini beğendirme
çabasından uzak, kendimin bütün parçalarıyla var olmak tek istediğim… Kendi
hayatlarımızda yapamadığımız devrimi bir başkası üzerinde yapabilmeyi beklemek gerçekten
ütopik.
Belki bir gün başaran birileri olur. Güneşi ilk önce düşüncelerinde doğurur.
Ve ben… Nasıl desem Kafka'nın yalnızlığını bilir misiniz? Ya da hiç bilmeyin. “Beklemek
üzerine felsefe kitabıydık.”(Didem Madak) Ve sadece yazacak kadar yaklaştık.
Zemberek Kuşu'nun Dönüşü
Not: Okuduğum bir kitaptan sonra beynimdeki izdüşümleri. Bkn. Psikoperest